Komşumuz Yunanistan'ın Avrupa Şampiyonu olmasıyla, kupa, tarihinde ilk defa Ege'nin sıcak sularına inip, komşunun evine girmiş oldu. Önemli bir hadisedir, çünkü kendilerine, hiç bu kadar yakın olmamıştık. Nihayetinde, mevzu bahis ev komşunun evi. Biz sevinmeyelim de kimler sevinsin.
Hayır, oyuncuların üstünden formayı, sokaktaki taraftardan da bayrağı alsan, televizyonun da sesini kıssan, ahalinin ''bizimkiler'' olduğuna bile kanaat getirebilirdik. Meğer ne kadar çok benziyormuşuz, birbirimize! Hele bir kaç futbolcu vardı ki, tip vesilesiyle memleketten ''bölge'' bile verirdik. Ee, zaten, muhtemelen de, son yüzyılın siyasi koşturmacısını hesaba katmazsanız, kim iddia edebilir ki, kimin ''asli'' olarak nereli olduğunu.
Velhasıl, Yunanistan kupayı aldı diye sevinirken, her türlü karşı görüşe rağmen, ''neden'' sıkıntısı en az çekmesi gereken bizim olmamız gerek. Baksanıza, Kardak'a bayrak dikme turnuvası şampiyonu gazete bile, nasıl kırdı dilini belini.
Öte yandan, meselenin bir de diğer yönü var ki, olası bir 2004 kupa değerlendirmesinde, değinmekte ziyadesiyle fayda vardır. ''Göze hoş gelen futbol'', ''sahalarımızda görmek istediğimiz hareketler'' kıtlığında, kupanın sahibinin bu hareketlerden -teknik,taktik vaziyetlenmesi gereği- en az nasiplenmiş takım olması da, kupada öyle ilginç bir nokta oldu.
İstatistiklere göre Yunanistan'ın son üç maçında şut denemesi 18 iken, -ki bu sayı Portekiz'in sadece final maçındaki şut performansından 1 fazla imiş- toplam şutta da 10.sırayı almışlar, Ki kupanın en fazla maç yapan iki takımından biri olduğu malumunuz. Maç başına şut ortalamasında da sadece Letonya'yı geçebiliyorlarmış. Şutun önemi şu: futbolun en keyifli hadiselerinden biri olan gol organizasyonunun nihai aracıdir, hani sonucu gol olmasa da, ziyadesiyle keyif verir. Hal böyle olunca, Rehhagel'in Yunanistan'ı, ''futbolun gerekleri''nden biri dışında, diğerlerini o kadar iyi yerine getirmiş ki, kupanın ''gol organizasyonu'' becerileri pek bir yüksek 3 takımını da yenerek kupayı aldılar. Sözün kısası; Rehhagel kupada karşısına kim çıkarsa çıksın top oynatmadı. Oynatmamanın da sonucunu kupayı kazanarak aldı. Cümle âem de, kupanın ''Haticeler''inden ziyade Rahhagel'in neticesine bakmak durumunda kaldı.
Ancak; Eduardo Galeano'nun deyişiyle futbolun kralı olmaktan ziyade bir ''futbol dilencisi'' hissiyatıyla belirtmek isterim ki, Haticeler'e inatla bakmaya devam etmek gerekir. O Haticeler ki, sadece bir dönem Cruyff'un da modern futbola sövüp sayarken adreslediği gibi mahalle aralarında kalmış da olsa. Siz hiç bir mahalle maçında, gücü ne olursa olsun, oynatmamaya çalışan bir takım gördünüz mü?
Bu vesileyle, bilgi notlarında da faydalandığımız, sevgili Mehmet Demirkol'un yazısında Lucescu ve Rehhagel'in önünde saygıyla eğilinmesi tavsiyesine de minik bir şerh koymuş olalım. Aslında bu mevzu, bir oyun olarak futbolun, mutlak başarı fetişistliği ile ne hallere getirileceği tartışmasının bir parçasıdır. Şimdilik erteleyelim.
Son söz yerine; ''Futbolun dilencisine sormuşlar, oyun ile hoş musun?”
“Hoş olurum olmam, oyun benim kime ne''.
Şükür ki, hâlâ başka türlü oynamaya çabalayanlar var.
(Kâr amacı gütmemek şartı ile bu yazının tüm hakları, yazarını ve ilk yayınlandığı yayını belirtmek kaydıyla kullanmak isteyene aittir...)